23 Şubat 2011

sessiz bir başkaldırı: yaşasın dadaizm!

     Şu hayatta nefret edilesi çok şey var ama en hayattan soğutanlarından biri kompozisyon bence. Kaç sene kompozisyon yazdırdılar bize, bizi inceden inceye nasıl da cici edebi cümlelerin kalıplarına sokmaya çalıştılar.

     Güzide eğitim politikamızın belli bir konu verip bizden yazmamızı istediği bu ısmarlama edebiyat harikalarına hep aynı cümle kalıplarını kullanarak cevap verir, gizliden bir alayla protesto ederdim kendimce.Aman MEB rahat uyusun farkeden olmadı şimdiye kadar. Hadi buraları geçtik o zamanlar gençtik de şimdi de insanlar bana kompozisyon yaz diyor şaşılacak şey,bir girişin gelişmen sonucun olsun, soldan 3 üstten 4 cm lik bir düzenin olsun, akıcı ol ,tutarlı ol ,en fenası da verilen konunun dışına çıkma, mesela 'az tamah çok ziyan getirir' atasözünü açıkla ama bu memlekette neden tamah etmeyi yasalar engellemiyor diye sorma.Bizim istediğimiz kadarınını ver, zararsızından getir yani.Tüm bunlara inat düzensizliğin tadını çıkarıyorum  ,kendi düzenimi bulurcasına.Hasılı bana bir dikiş tuttur demeyin artık teğeli bile beceremiyorum...

Bu modern zamanlarda alkollü, alkolsüz ayyaş yaşamak lazım...
    


   

18 Şubat 2011

bir öykü...

     Sakarya'nın meyhanelerinden biriydi,loş pembe ışıkların altında memurlar muhtemelen felekten bir gece çalıyorlardı...
   
     Gırtlağını patlatırcasına arabesk söyleyen kadınla hepsi flört etti o akşam, vakit hep akşamdı çünkü akşam geceye dönmeden ay(r)ılacaklardı..Bardaklarını havaya kaldırıp hiç gelmeyecek olan hatta belki hiç olmamış olan sevgililerine bir kaç gün içinde dön ne olur dediler evde bulaşık yıkayan  şarkı armağan edilemeyecek kadar yorgun kadınlarını hiç düşünmeden başka bir olasılığın tadına bakar gibiydiler.Fazla konuşmadılar... Zaten müzikten ses zar zor duyuluyordu, hepsi benzer hayatları yaşayan bu adamlar konuşmak zorunda kalmasınlar diye seçmişlerdi bu yeri, bu akşamı...

    Ortaklaşa bir kederi paylaşıyorlardı hiçbirinin yüzü gülmüyordu kendi dumanlarında boğuluyorlardı her şey haddinden fazla varoş,haddinden fazla kederliydi, ama gizliden gizliye kutlanan bir şeyler de vardı.Belki de alınmış bir rüşveti kutluyorlardı, o büyük rüşvet kendi dünyalarında bir kaç saat süren bol rakılı krallıklarıydı..En yorgun krallardan bir tanesi rakıdan son yudumunu alırken bardağını kaldırıp şarkıcı kadına çapkınca göz kırptı, ceketini aldı ,tam çıkacakken yüzündeki gülümsemeyi farketti sanki bir şey çalmış gibi bir utançla arkadaşları fark etmiş midir diye de çaktırmadan etrafına bakıp onu masaya bıraktı, ikinci dubleden sonra kaybettiği kızgınlığını tekrar buldu ve bu birkaç saatlik değiş tokuşun parasını bir ele sıkıştırdı,omuzları yine çöktü, şarkıcıya bu sefer sigorta primi ödemeye gelmiş baş ağrıtan bir kadına bakar gibi baktı,yeniden düzelebildiğinden memnun krallıktan ayrıldı.Masada bir sonraki küskün için mekana emanet uçucu ve çapkın bir gülümseme kaldı....

15 Şubat 2011

yalnızın durumları


......Kendi öyküsünü ne anlatabilen, ne de dinleyebilen.
Kendi türküsünü ne yazabilen, ne söyleyebilen......   
                                   

Ben de beceremem türküler söylemeyi, kimsin sorusuna cevap bile veremem kendini anlatmalardansa en  çok nefret ederim.  Hadi biraz kendinden bahset derler ya  adımdır en fazla söyleyebileceğim onu da utana sıkıla, Asaf yalan söylemez yalnızın durumları diyorsa vardır bir bildiği. Ama bence yalnız öyküsünü güzel anlatır,anlatır da yalnızsa nedeni mi olur öykü anlatmaya, yalnız nasıl bilsin  dinlemesini, şirazesi hep kendi olduktan sonra, hele de türküler söylecek olsa ne işi var yalnızlıkta…

5 Şubat 2011

metro anıları...

Ankara'da metro hep biraz garipti, yer bulma çabaları bu modern aletin içinde ne kadar da doğulu olduğumuzu bize hatırlatan küçük, sıcak emarelerdi.Onca insanın farklı hayatları yaşayıp birkaç dakikayı birlikte dip dibe geçirmeleri iğrençti aslında. Bir işçinin çamurlu botlarını,kollukların postallarını ve markalı şık topukluları aynı karede gören her bünye öfkeyi ve bulantıyı aynı anda tadardı.Yani metro sınıfların hep çatıştığı ama inadına omuz omuza oturduğu, oturabildiği bir yerdi.

Bazen  yorgun başını yanındaki hiç tanımadığın ama ona benzeyen ya da hiç benzemeyen ama senin her duyunla her bir hücrene varana kadar o olmasını istediğin adamın omzuna koyup dinlendirmek bile isterdin, hani sanki yapsan bu işi, sana deliymişsin gibi bakmayacak ,sıcacık gülümseyecek ve hiçbir şey istemeyecekti,sadece anlayacaktı.... yedi durak aşık olacaktık, sonra adımızı bile sormadan ayrılacaktık ve hep çok sevcektik birbirimizi. Bir çocuğun hüznünü tadacaktık belki vedalaşırken, ama olmazdı. Çünkü sevmek umutlu işti. Sevgiyi yerin metrelerce altında göğe bakacak kadar bile umudu olmayan Ankara ciddiyetinde bulmak bir hayaldi.En kötüsü de tanıdık yabancılar birbirini hiç görmezdi...